En çok yalanı en yakınlarımıza söylüyoruz. Önce kendimize, sonra en sevdiğimize. İhanetin zamanını biliyorum. Sizi vuran hançeri, size en yakın olan tutacak, size en yakın olan ona en çok sokulduğunuzda vuracak. Ve, siz içinizdeki hançeri çıkarıp vurmak için onun size pişmanlıkla sokulduğu zamanı bekleyeceksiniz. İhanet hançerini sokmak için, onun en yakını olmak gerektiğini sezeceksiniz.
Zehrin panzerini de zehirden yaptıkları gibi acının panzehirini de acıdan mı yapıyorlar? Canımızı acıtanın canını acıtmak geçiriyor mu acımızı? Yaralandıkça yaralıyoruz. Yaraladıkça yaralanıyoruz. Bu kadar basit mi gerçekten yaşadıklarımız? Böylesine ufuksuz bir gerçeği gördüğümüzde bütün gerçeği görmüş mü oluyoruz? Ve, biz bu kadar sığ mıyız? Peki, ya kendimize ve sevdiklerimize anlattığımız o oymalı masallar, içimizi serinleten o ‘ben farklıyım’ inancı. Şöyle mi demeliyiz: ‘Ben farklı değilim ve kimse farklı değil.’ Acaba onun için mi filmleri ve romanları seviyoruz, bize farklı olanları anlattıkları ve bize farklı birilerinin de olabileceğine inandırdıkları için mi? Yeryüzünde dürüst birilerinin de olabileceğine inanıp onu mu aramalıyız, yoksa acının başladığı her yerde dürüstlüğün bittiğini kabul edip dürüstlüğü istemekten vaz mı geçmeliyiz? Herkes yalan söylüyorsa en dürüstümüz ‘ben yalancıyım’ diyenler mi? Dürüst olduğunu söyleyenlerden mi korkmalıyız, yoksa yalancı olduğunu söyleyenlerden mi? Kendimizi kimden sakınmalıyız? Ve, kendimizi sakınmalı mıyız? Neden dürüst birine, güvenebileceğimiz birine bu kadar ihtiyacımız var, kendimize ve dürüstlüğümüze güvenemediğimiz için mi? Bizi, dürüstlüğün gerçekten var olduğuna inandırması, bizi de dürüstlüğün güvenilir sularına çekmesi için mi insanlara dürüst olmaları için yalvarıyoruz? Niye kendimizde olmayanı başkasından istiyoruz?
AHMET ALTAN
Zehrin panzerini de zehirden yaptıkları gibi acının panzehirini de acıdan mı yapıyorlar? Canımızı acıtanın canını acıtmak geçiriyor mu acımızı? Yaralandıkça yaralıyoruz. Yaraladıkça yaralanıyoruz. Bu kadar basit mi gerçekten yaşadıklarımız? Böylesine ufuksuz bir gerçeği gördüğümüzde bütün gerçeği görmüş mü oluyoruz? Ve, biz bu kadar sığ mıyız? Peki, ya kendimize ve sevdiklerimize anlattığımız o oymalı masallar, içimizi serinleten o ‘ben farklıyım’ inancı. Şöyle mi demeliyiz: ‘Ben farklı değilim ve kimse farklı değil.’ Acaba onun için mi filmleri ve romanları seviyoruz, bize farklı olanları anlattıkları ve bize farklı birilerinin de olabileceğine inandırdıkları için mi? Yeryüzünde dürüst birilerinin de olabileceğine inanıp onu mu aramalıyız, yoksa acının başladığı her yerde dürüstlüğün bittiğini kabul edip dürüstlüğü istemekten vaz mı geçmeliyiz? Herkes yalan söylüyorsa en dürüstümüz ‘ben yalancıyım’ diyenler mi? Dürüst olduğunu söyleyenlerden mi korkmalıyız, yoksa yalancı olduğunu söyleyenlerden mi? Kendimizi kimden sakınmalıyız? Ve, kendimizi sakınmalı mıyız? Neden dürüst birine, güvenebileceğimiz birine bu kadar ihtiyacımız var, kendimize ve dürüstlüğümüze güvenemediğimiz için mi? Bizi, dürüstlüğün gerçekten var olduğuna inandırması, bizi de dürüstlüğün güvenilir sularına çekmesi için mi insanlara dürüst olmaları için yalvarıyoruz? Niye kendimizde olmayanı başkasından istiyoruz?
AHMET ALTAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder